Avukatlar, mesleklerini yaparken tutuklanan meslektaşları adına İstanbul Barosu öncülüğünde Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi önünde geçen hafta ilkini gerçekleştirdikleri bir “Savunma Nöbeti” başlatmıştı.

Aynı yerde devam eden “Savunma Nöbeti”nde İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu konuşma yapmıştı.

Artvin Barosu Başkanı ve Ankara Barosu Başkanı Mustafa Köroğlu, Çağlayan’a geldi. Nöbette ilk konuşmayı yapan Artvin Barosu Başkanı Handan Demirel, şu ifadelere yer verdi:

“Her yönetim yasaları kendi yararı için çıkarır, yönetilenleri de bunun kendileri için doğru ve yararlı olduğuna inandırırlar. Her yerde adalet aynıdır ve güçlünün işine yarar denmektedir. Bugün milattan öncesinden günümüze baktığımızda yine siyasal gücün her zaman devlet ve onun icra aygıtları tarafından uygulanan zorlayıcı bir güç olduğunu görmekteyiz.

Ancak, anayasal bir rejimde siyasal güç aynı zamanda kolektif bir yapı olarak özgür ve eşit vatandaşların da gücüdür. Demokratik düşünce tarihi boyunca çeşitli hak bildirgeleri ve insan hakları beyannamelerinde görülen belirli anayasal güvencelerin yanına, bazı haklar ve özgürlüklerin kazanılmasına da odaklanılmıştır.

“Bizler, özgür barolar olarak son kaleleriz”

Hakkaniyet olarak adalet de bu geleneği takip etmektedir. Kurumların en önemli erdeminin adalet olması gerekmektedir. Demokratik rejimde ifade özgürlüğünü, toplanma hakkını, düşünce ve vicdan özgürlüğünü en baştan varsaymasını itirazsız olarak kabul etmek gerekmektedir. Bu kavramların sadece adaletin temel ilkesi için gerekli olmadığı aşikârdır; aynı zamanda siyasal işlerin rasyonel bir şekilde yapılması için de gereklidir.

Tarihsel olarak anayasal devletin en önemli kusurlarından birisi, adil siyasal özgürlüğün değerini sağlamada başarısız olmasıdır. Güçler ayrılığını savunan Montesquieu’nün dediği gibi, bir rejim halkın adalete inanmaz hale geldiği noktaya gelince o rejim artık mahkûm olmuştur.

Hukuk devletinin temel unsuru, faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Gelinen noktada siyasal iktidarın hukuk kurallarını ve bu bağlamda soruşturmaları bir güç argümanı olarak kullanması karşısında hukuk devletinin varlığından da bahsedemiyoruz.

Bildiğimiz üzere, Atina’da ancak hür insanlar avukatlık yapabiliyordu. Yine Roma’da avukatlık mesleği onur mesleğiydi. Hak arama yolunda bireyin yanında yer alan, bilgisini ve zamanını hak arayan kişilere adayan savunma mesleğinin onurlu temsilcileridir avukatlar. Mesleğimiz sadece bilgi mesleği değil, aynı zamanda cesaret mesleğidir ve burada bulunmakla hepimiz bunun güzel bir örneğini sunmaktayız.

Martin Luther King’in dediği gibi ‘Benim bir hayalim var’ diye başlayan cümleler kurmak istemiyorum. Artık, ‘İki şeyi savunuyorum: gerçeği ve kafamı. Birincisini dinledikten sonra ikincisiyle dilediğinizi yapabilirsiniz.’ diyeceğimiz noktadayız.

Ayşe Ateş'ten Serdar Öktem Paylaşımı: Serdar Konuşacaktı, Sinan'ın Katline İlişkin Düğümün Çözülmesine Ramak Kalmıştı
Ayşe Ateş'ten Serdar Öktem Paylaşımı: Serdar Konuşacaktı, Sinan'ın Katline İlişkin Düğümün Çözülmesine Ramak Kalmıştı
İçeriği Görüntüle

Ülkemizin kurucu önderi Atamızın, ‘Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir’ diyerek esasen kurucu ilkelerini, devletin bu bakımdan da sınırlarını belirlemiş olduğu kanaatindeyim. Bu minvalde ancak özgür ve bağımsız barolar adaletin savunucuları olabilirler. Bizler de savunma olarak bu çerçevede, özgür barolar olarak son kaleleriz.”

“Avukatlık bizim için sadece bir meslek değil, bir mücadele meselesi”

Ardından konuşmasını yapan Ankara Barosu Başkanı Mustafa Köroğlu ise şu görüşlere yer verdi:

“Mükemmel bir hayat yoktur. Çünkü mükemmel, mümkün olanı imkânsız kılar. O yüzden mesele her zaman bir hayatı mümkün ve yaşanılabilir kılmaktır. Avukat, tam da bunun için mücadele edendir. Çünkü Cumhuriyet bu topraklarda tam da böyle doğdu. Mükemmeli değil, mümkünü kurma iradesiyle, yokluklar içinden, ‘imkânsız’ denilen bir ülkeyi var eden o irade, bugün biz avukatlara emanet. Çünkü Cumhuriyet’in yalnız bir yönetim biçimi olmadığını biliyoruz. O, adaletle taşlanmış bir direnişti. Avukatlık da böyle.

Avukatlık bizim için sadece bir meslek değil, bir mücadele meselesi. Adaletin ve hukukun üstünlüğünün tehdit altında olduğu, hak ve özgürlüklerin baskı altına alındığı dönemlerde avukat olmak, yalnızca bir mesleği icra etmek değil, bir iradeyi kuşanmak anlamına geliyor çünkü.

“İnsan onurunun dokunulmazlığı için yaşamalıyız”

Hepimiz olmayı seçtiğimiz şeylerden ibaretiz. O yüzden bizi biz yapan şey tercihlerimiz. O tercihlerimiz karşısında ödediğimiz bedeller, o tercihler uğruna verdiğimiz mücadele, o tercihlere bağlı olarak yaptıklarımız, yaşadığımız bu hayatta neyi el üstünde tuttuğumuzu gösteriyor.

Eğer bunların farkında değilseniz ya da düşünmeden yaşayıp gidiyorsanız; bu dünyada başkalarının hayatlarını dert edinmeden, yalnızca kendi konforunuzun peşindeyseniz, yaşadığınız hayat tam bir sefalet içindedir ya da siz ne yaşadığınızın farkında değilsiniz.

Gözden kaçırdıkları bir şey var: İnsan onuru. En yukarıda tutmamız gereken, bir bayrak gibi göndere asılması ve oradan asla indirilmemesi gereken bir şeydir insan onuru. O insan onurunun dokunulmazlığı için yaşamalıyız.

Eğer sabahları yatağımızdan tedirginlikle kalkmadığımız, ‘Acaba bugün hangi hukuksuzlukla karşılaşacağız?’ diye düşünmediğimiz; düşüncelerimizi, fikirlerimizi, eleştirilerimizi gönül rahatlığıyla söyleyebildiğimiz, attığımız bir tweet yüzünden tutuklanmayı ya da gözaltına alınmayı aklımızdan bile geçirmediğimiz bir ülkede yaşasaydık, insan onurunun ve savunmanın ne kadar kıymetli olduğunu da belki bu kadar derinden anlamayacaktık. Ama anlıyoruz. Ne yazık ki, çünkü böyle bir ülkede yaşamıyoruz.

“Hukukun uygulanmasını istemeyen iktidarlar ve hukuku uygulamayan yargıçlar, savcılar var”

O yüzden her gün karşılaştığımız değil, maruz bırakıldığımız şeyin adı adaletsizlik. Adalet, bu arkamızdaki kocaman binanın üstünde yazılı bir kelimeden ibaret olmasa gerek. Ya da içeri girdiğinizde sizi karşılayan o iki tane büyük Tanrıça Themis heykeli kimseyi adaletin varlığına inandırmaya yetmiyor.

Adaleti tanımlayamazsınız biliyor musunuz? Çünkü adalet, tanımlayabileceğiniz en zor kavramdır. Ama adaletsizliği nerede görseniz tanırsınız. Çünkü adaletin öldüğü yerde kuralların çözüldüğünü görürsünüz. Ve kuralların çözüldüğü yerde hak, bir güvence olmaktan çıkar. Tesadüfler üzerine insana yaraşır bir hayat kurmaya başlarsınız.

Bu toplumun kaderi, tek tek insanların erdemine bırakılamayacak kadar büyük bir kader. O yüzden toplumsal düzenin güvence altına alınabilmesi için kurumsal reflekslere ihtiyacımız var. İşleyen bir adalet mekanizmasına ve herkesin riayet ettiği bir hukuka ihtiyacımız var.

Ama kimse kurallara uymak istemiyor. Hukuk var, yok değil. Ama hukukun uygulanmasını istemeyen iktidarlar ve hukuku uygulamayan yargıçlar ve savcılar var. ‘İktidar benim’ diyenler; ‘Benim sözüm emirdir, dediğimi yapacaksın, istediğimi tutuklayacaksın, istemediğimi bırakamayacaksın’ diyenler…

Dünya, aslında söylediklerinizin uzun süre hatırlanacağı bir yer değil. Ama yaptıklarınız asla unutulmayacak.

“Ne güce boyun eğeceğiz, ne hukuksuzluğa”

İşte tam da bu nedenle, bu meslek — avukatlık — başkasının acısına sırt çevirmemeyi, başkasının hakkını kendi hakkı gibi savunmayı seçmiş, yani yapmayı seçmiş insanların mesleğidir.

Biz neyi seçtiğimizi çok iyi biliyoruz. Ve bu yüzden ne yapmamız gerektiğini de biliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk, ‘Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir’ derken, tam da adaletin özünü tarif ediyordu. Çünkü adalet, güçlüden yana değil, hakkı elinden alınandan yana durmayı gerektirir.

Bizler o sözü bir hatıra değil, bir sorumluluk olarak taşıyoruz. Ve böylesi bir zamanda avukat olarak sessiz kalmak — yani yapmamak, yapmaktan geri durmak — yalnızca mesleğimize değil, topluma ve adalete karşı da bir ihanet olacaktır, biliyoruz. O yüzden, hukuka, ahlaka, mesleğin onuruna ve kurallarına; namusumuz ve vicdanımız üzerine ettiğimiz avukatlık yemini, bize neyi ve nasıl yapmamız gerektiğini gösteren bir duruş, bir mücadelenin ve ahlaki sorumluluğun ifadesidir. Ve biz o yeminden dönmeyeceğiz. Kimse kusura bakmasın, dönmeyeceğiz.

"Ne güce boyun eğeceğiz, ne hukuksuzluğa"

Adaletsizlikleri ve haksızlıkları ortadan kaldırmaya çalışanların mücadelesi bu. Ve vazgeçmeden sürecek. Güçlü olduğu için haklı olduğuna inananların değil, ezilenlerin, susturulanların, yoksun bırakılanların yanında durup; özgürlükler ve haklar için savaşanların mücadelesi bu, sürecek. Ne güce boyun eğeceğiz, ne hukuksuzluğa. Bugün bizi çıkarları, menfaatleri, koltukları, siyasi gelecekleri, şahsi ihtiyaçları için birbirimize düşürmeye çalışıyorlar. Birbirimizden nefret etmemiz için her türlü haksızlığı, baskıyı, zulmü göze alabilecek kadar bir kötülükle karşı karşıyayız. Demek ki iyilikle kötülüğün mücadelesi sürecek. Ama biz nefret etmek için değil, sevmek için yaratıldık.

"Cesur olmalıyız"

Bu güzel ülkeyi, insanlarını ve bir arada yaşamamızın teminatı olan en değerli şeyi — Cumhuriyetimizi — sevmek ve korumak zorundayız. Cesur olmalıyız, açık konuşmalıyız, hatta yüksek sesle konuşmalıyız. Çünkü yüksek sesle konuşmazsak, o karanlık fısıltıyı, o gerici zihniyeti, karanlık ve kötülüğü yenemeyeceğiz, biliyoruz. Ama yaşadığımız ülke bizleri köşeye sıkıştırmaya çalışırken, bu atmosferin pençesinde kendimizi ifade etmenin gitgide zorlaştığı, özgürlüklerimizin daraldığı, korkuların derinleştiği bu dönemde; geride hâlâ bizden alamayacakları bir şey var: Seçme özgürlüğümüz.

"Bu Cumhuriyet, susanların değil, konuşanların ve yapanların eseridir"

Evet, biz bugün burada korku yerine cesareti, sessizlik yerine sözü, itaat yerine direnişi, umutsuzluk yerine inancı seçiyoruz. Çünkü biliyoruz, kötülük ancak iyiler sustuğunda büyür. Bu Cumhuriyet, susanların değil, konuşanların ve yapanların eseridir. O yüzden biz korkunun değil, cesaretin çocuklarıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği gibi, ‘Hiçbir karanlık ses, inanan bir halkın sesinden güçlü değildir’ Bunu kimse unutmasın.”

Kaynak: ANKA